İSRAİL-FİLİSTİN
SİNEMALARINA GENEL BAKIŞ
SİNEMADA
İSRAİL-FİLİSTİN SORUNU
İsrail-Filistin
Sorunu kuşkusuz uzun yıllar dünya siyasi tarihinin en önemli problemi olmuştur
ve olmaktadır. Gerek siyasi-politik arenada gerekse de sanat alanında sorunun
kendisini sayısız kez yinelediği görülmekte ve soruna taraf olan ülkelerin
varlığıyla İsrail-Filistin Sorunu uluslararası bir mesele halini alarak, bugün
dahi çözümsüzlüğünü korumaya devam etmektedir. Meselenin tarihsel gelişimi üzerine
onlarca yayın bulunmakta ilgili bilim dalları (Siyaset, Tarih, Uluslararası
İlişkiler) uzmanlarınca sayısız yayın hazırlanmakta ve meseleye tarihsel
bilgiler çerçevesinde ışık tutulmaya çalışılmaktadır. Bu noktada tıpkı diğer
bilim dallarının yaptığı gibi sanatta üzerine düşeni yapmakta, soruna ilgisiz
kalmamaktadır öyle ki dönem dönem sorunun kendisini en güçlü ifade edebildiği
alanlardan birini oluşturmaktadır. Şüphesiz ki Yedinci Sanat olarak
adlandırılan sinemanın İsrail-Filistin Sorunu’na bakışı kitlelere ulaşabilmek
noktasında büyük bir önem taşımaktadır. Elinizdeki çalışma bu yönüyle benzer
çalışmalardan ayrılmakta ve İsrail-Filistin sinemalarından yola çıkarak
meseleye bir de sinema penceresinden bakmaya çalışmaktadır.
İsrail Sineması ve İsrail Filmlerinde
İsrail-Filistin Sorunu
İsrail,
1948 yılında Filistin topraklarında kurulduğu günden bugüne Filistin’de bugün
dahi devam eden çatışmaların ve kargaşanın ana sebebi olmakta ve söz konusu
işgal, İsrail’in sinemasını da etkileyerek, İsrail-Filistin Sorunu’nun hem
İsrailli yönetmenler tarafından hem de Filistinli yönetmenler tarafından
beyazperdeye aktarılmasına ve filmlerin ana eksenini bu sorun etrafında
biçimlendirmesine neden olmaktadır. Bu nedenle günümüz İsrail sinemasında
siyasi sorunlar sinemayı biçimlendirmekte, İsrail-Filistin Sorunu farklı bakış
açıları eşliğinde izleyici karşısına getirilmektedir. Bu dönemin yönetmenleri
içerisinde Eytan Fox, Renen Schorr, Assi Dyan, Ari Sandel, Amos Gitai, Ari
Folman ve Eran Riklis gibi yönetmenleri saymak mümkündür. İsmi zikredilen
yönetmenler, içinde yaşadıkları toplumsal koşulları sinemalarına uyarlamakta ve
İsrail sinemasının son yıllarda adından sıkça söz ettirmesine öncülük
etmektedirler. Nitekim İsrail-Filistin Sorunu’nun beyazperdede temsili İsrailli
yönetmen Ari Folman’ın Beşirle Vals filminde de kendisini göstermektedir. Beşirle
Vals,15-29 Eylül 1982 tarihlerinde Beyrut’a giren İsrail ordusunun, İsrail
yanlısı falanjistlerin de yardımıyla Sabra ve Şatila Filistin mülteci
kamplarında gerçekleştirdiği katliamı ele almaktadır. Beşirle Vals, o yıllara
dair hafızasını kaybetmiş eski bir asker olan Ari Folman’ın geçmişiyle yüzleşme
çabasını anlatmaktadır. Film, eski bir askerin psikolojik sancıları etrafında
şekillenirken, orada o kampta öldürülenlerin neden öldürüldüklerini sorgulamak
noktasında zayıf bir tutum sergilemektedir. Bu durumun nedeni ise İsrailli bazı
yönetmenlerin politik olmak noktasında bölgeye yönelik film yapımında bir
noktada kendilerini kendi geleceklerini ve toplumsal baskının etkisini
düşünmeleri ve bunu üzerlerinde hissetmeleridir. Beşirle Vals, Ariel Şaron’un
emri ile İsrailli askerler ve Hıristiyan falanjistler tarafından
gerçekleştirilen katliam karşısında bir anlamda özür mahiyeti taşımaktadır. Fakat
söz konusu özür geçmişiyle yüzleşmeye çalışan bir askerin çabasından öteye
gidememekte ve “özür” yaşananlar karşısında oldukça önemsiz kalmaktadır Öyle ki
Sabra ve Şatila’da yaşanan katliamın boyutlarını, dehşet ortamını Jean Genet şu
sözlerle ifade etmektedir: “Şatila’da cesetlerin üzerinden atlamadan yürümek
mümkün değildi; her bir karesinde başka bir zorlukla karşılaşılan acı dolu bir kızmabirader
oyunu oynuyor gibiydi insan… fotoğraf ne sineklerin vızıltısını, ne de ölümün
beyaz, ağır kokusunu duyurabilir. Bir cesedin yanından öbürüne atlayarak nasıl
yürüdüğümüzü de göstermez. Denilebilir ki bu noktada Ari Folman kendi
acılarıyla yüzleşmeye çalışmış ve kişisel anlatısını gerçekleştirirken en
azından kendi vicdani sesi adına tarihe “Sabra ve Şatila Katliamı” ile ilgili
olarak not düşmeye çalışmıştır. Folman’ın filme hümanistçe yaklaştığını
söylemek ve İsrail propagandasından uzak kalmaya çalıştığını dile getirmek
mümkündür. Filmde geçmişe yolculuk Folman’ın gördüğü kâbusun peşine düşmesiyle
başlar, eski cephe arkadaşlarını bulması ve onların kendi gözünden savaş
anılarını anlatması, seyircinin yaşanan katliama tanıklık etmesini sağlar. Bu
noktada filmin bir insanlık dramını anlattığı ve filmde birey vicdanının ağır
bastığı görülmektedir. Filmde Folman’ın anılarını hatırlamaya başlamasıyla
seyirci, Beyrut’ta katledilen insanları, rastgele bombalanan evleri, “kazara”
taranan arabaları parça parça görmektedir. Filmde insanlıklarını kaybetmiş
İsrail askerlerinin yaşadıkları yozlaşma ve duyarsızlık en kaba ve zaman
zamanda en rahatsız edici biçimde seyirci karşısına çıkmaktadır. Film genel
itibariyle filmin başında sorulan:
“-Lübnan’a
ait görüntüler gözünün önüne geliyor mu?
-Hayır,
Pek sayılmaz.
-Emin
misin?
-Hayır
-Ya
Beyrut, Sabra ve Şatila?
-Ne
olmuş Sabra ve Şatila’da?”
Bu
sorularla başlamaktadır. Filmin başından itibaren bu sorulara cevap aranmakta
ve bulunmaya çalışılmaktadır. Beşirle Vals, Sabra ve Şatila katliamının
anlamını yeterince ortaya koyma konusunda cesur bir anlatıma sahip olmamakla
birlikte sadece üç günde bin beş yüz sivilin öldürüldüğü katliamın filmi bir
kesit olmaktan öteye gidememektedir. Yaşanan savaşta İsrail’in rolü, Lübnan’da
ne aradığı, karşısında savaşan ve ölümü göze alanların kim olduğu, insanların
neden kamplarda toplandığı sorularına neredeyse hiç değinilmemekte nitekim
anlatımın bir askerin hatıraları üzerinden ilerlemesi filme masalsı bir hava
katmakta ve filmin gerçekliğini etkilemektedir. Tüm bunlarla birlikte Beşirle
Vals, her ne kadar bir askerin günah çıkarma işlevinden öteye gidemese de
politik-eleştiri özelliği taşımakta ve İsrail-Filistin Sorunu’ndan bir kesiti
Sabra ve Şatila Katliamını beyazperdeye taşımaktadır. Beyazperdede
İsrail-Filistin Sorunu’nu ele alan yönetmenlerden bir diğeri Eran Riklis
olmakta ve Limon Ağacı filmi ile yönetmen İsrail’in yerleşim politikasını
Filistinli Selma’nın Limon Bahçesi üzerinden anlatmaya çalışmaktadır. Selam’nın
limon bahçesi yeni komşusu İsrail Savunma Bakanı için güvenlik sorunu
oluşturmakta ve film boyunca Selma’nın limon ağaçlarını kestirmemek için başvurduğu
hukuki süreç ele alınarak İsrail’in yerleşim politikası eleştirilmektedir. Limon
ağaçlarının oluşturduğu güvenlik sorunu bir anlamda İsrail toplumunun içinde
bulunduğu paronoyaya ve korkuya göndermede bulunmaktadır. İsrail toplumu için
yetmeyen güvenlik önlemleri gözler önüne serilmektedir. Nitekim İsrail
tarafından güvenlik önlemleri adı altında insanların yaşam alanları tecavüze uğramakta
ve söz konusu bahane ile yapılan işgaller, ele geçirilen topraklar, yerleşim
politikasını meşrulaştırmaktadır. Öyle ki İsrail Devleti’nin kuruluş tarihi
olan 1948 yılı ve sonrası yapılan işgaller, ardından gelen savaşlar ve nihai
barış anlaşmaları İsrail’in her masaya oturuşunda güvenlik önlemlerini birincil
koşul olarak öne sürmesine ve sürekli olarak bunu anlaşmaya oturduğu
devletlerden talep etmesine neden olmuştur. İsrail tarafından Filistinlilere
yaşadıkları yerlerde birer açık hava hapishanesi yaratılarak Filistinlilerin
gözlem altında tutulması sağlanmaya çalışılmış bu açıdan ele alınıldığında
yönetmenin Limon Ağacı filmi doğru bir tespitte bulunmakla beraber İsrail’in
izlemekte olduğu yerleşim politikasına eleştiri getirmiştir. Film içerisinde
yer alan diyaloglar yönetmenin eleştirdiği hususları oluşturmakta ve güvenlik
önlemleri adı altında yerlerinden edilen Filistinlilerin haklılığı
vurgulanmaktadır. Limon Ağacı, İsrail-Filistin Sorununa Selma’nın Bakan’ın
güvenliği için limon ağaçlarını kestirmek istememesi, bunun için tüm hukuki
yollara başvurma mücadelesi ekseninde yaklaşmakta sürece Filistinliler gözünden
bakmakta ve İsrail’in yerleşim politikası bir İsrailli yönetmen tarafından
eleştirilmektedir. Film boyunca Selma ve davası bir Filistin davası olmakta
Filistin halkı adeta limon ağaçları temsili üzerinden başkaldırmaktadır.
İsrailli yönetmenlerden bir diğeri Amos
Gitai, 2000 yapımı Kippur filmi ile savaş karşıtı bir yapımla seyirci karşısına
çıkmakta, Filistin-İsrail Sorunu’na değinerek savaşın anlamsızlığını tek
taraflı bir bakış açısı ile filminde işlemektedir. Gitai, kendisiyle yapılan
bir söyleşide savaş, sürgün gibi politik konuları işleme sorumluluğunu
anlatırken “ Düşünceleriniz farlı olabilir fakat asla ötekilere zarar verecek
eylemlerde bulunmamalıyız” demekte filmlerini bu eksende tanımlamaktadır[1]. Kippur,
sevginin savaştan daha önemli olduğunu vurgularken söz konusu anlatımı “ötekiler”i
göstermeden oluşturmakta, film boyunca “ötekiler”i hiçbir şekilde göstermemektedir.
Film, gerçek bir olay üzerine
kurgulanarak gelişmekte nitekim filmin temel konusu 1973 yılında gerçekleşen
Yom Kippur savaşı olmaktadır. Filmin ana karakterleri Çavuş Weinraub ve Teğmen
Ruso birliklerine ulaşmaya çalışırken savaşın tasviri boş sokaklar ve terk
edilmiş bir şehir görüntüsüyle yapılmakta, filmde yer alan sahneler savaşta
yaşananların boyutunu gözler önüne sürmektedir. İnsanların her koşulda
kaybettiklerini anlatmaya çalışan film, aslında savaşın bir kazananının
olmadığını vurgulamaktadır. Tüm bunlara rağmen yönetmen, savaşın acımasızlığını
sadece İsrailli askerlerin yaraları üzerinden göstermekte ve yaşananlara iki
taraftan bakabilmek noktasında yetersiz kalmaktadır. Film bir bütün olarak
savaşın gerçekleştiği ve tamamen İsrail askerlerinin çarpıştığı cephelerde
geçmekte, film boyunca da sadece İsrail askerleri ve onların trajik görüntüleri
yer almaktadır. Filmin açılış ve kapanış sahnelerinde savaşmak yerine sevginin
önemine gönderme yapılmakta ve bu noktada film, anti militarist bir söyleme
sahip olmaktadır. Filmi bir bütün olarak değerlendirmek gerekirse denilebilir
ki Kippur, Filistin- İsrail Sorunu’na 1973 Arap-İsrail Savaşı perspektifinden
bakmaya çalışmış ve 1967 savaşında topraklarını kaybeden Suriye ve Mısır’ın sürpriz
saldırısıyla gerçekleşmiştir. 1967 yılında Bati Şeria ve Gazze’yi işgal eden
İsrail kolonizasyon politikasını geliştirerek bu bölgelere hızla yeni
yerleşimciler yerleştirmiş ve Araplar tarafından yenilgiyle sonuçlanan savaş
bugün dahi bölgede devam eden sorunların nedenlerini oluşturmuştur. Amos
Gitai’nin gerçekte Kippur savaşına katılmış bir asker olması filmin işleniş
biçiminde gerçekçiliği de beraberinde getirmiş, savaşın sadece acı ve yokluktan
başka bir şey ifade etmediği görüntülerle ifade edilmeye çalışılmış ve bu
noktada başarılı bir anlatım gerçekleştirilmiştir. 1973 Kippur savaşı doğrudan
bir Filistin-İsrail meselesi olmasa da dolaylı olarak Filistin Mücadelesinde
etkin olan iki devletin (Suriye-Mısır) müdahalesidir ve süreci tetikleyen
hareket noktası ise 1967 Arap-İsrail savaşıdır. Bu nedenle Film,
Filistin-İsrail sorunu ekseninde değerlendirilmelidir. Film boyunca İsrail ve
Araplar arasında yaşanan savaşların bir çözüm getiremeyeceği anlatılmaktadır.
İsrail
Sineması içerisinde her ne kadar İşgalin haklılığını ve meşruluğunu ispat
etmeye çalışan yönetmenler bulunuyor olsa da son yıllarda üretilen İsrail
filmleri içinde soruna karşı hassas ve duyarlı olmaya çalışan bazı yönetmenler
bulunmaktadır. Milliyetçi anlayışla çekilen filmler olduğu gibi İsrail
sinemasında son yıllarda hümanist yapımların sayısında da önemli bir artış
olmuştur. Ari Folman, Amos Gitai, Eran
Riklis gibi yönetmenler kendi ülkelerinin sistemini eleştirebilmiş ve sinema
aracılığıyla bu rahatsızlıklarını dile getirebilmiş yönetmenlerdir. Yalnız söz
konusu yönetmenlerin hassas ve duyarlı yaklaşımları bir noktada tıkanabilmekte,
İsrail Devleti’nin soruna duyarlı insanlar karşısında artan baskısı söz konusu
yönetmenlerin anlatımında da bir takım yetersizliklere yol açmaktadır. Bu
nedenle politik sinema içerisinde film yapmaya çalışan bu yönetmenler istenilen
cesareti gösterememekte, benzer olaylara iki cepheden bakabilmek noktasında bir
takım sıkıntılar taşımaktadırlar.
Filistin Sineması ve Filistin
Filmlerinde İsrail-Filistin Sorunu
Sinema
tarihine bakıldığında, Filistin sinemasının özellikle son yıllarda nicel olarak
olmasa da nitel olarak gelişme gösterdiği dikkati çekmektedir. Filistin
yıllardır İsrail ile mücadele içerisinde olduğundan sineması da bu mücadelenin
izlerini ve etkilerini taşımaktadır.[2]
Yıllardır bağımsızlık mücadelesi veren Filistin’in sineması tıpkı üçüncü dünya
ülkeleri halkları gibi Solanas ve Getinoya göre antiemperyalist mücadeleyi
benimsediğinden üçüncü sinema içerisinde yer almaktadır. Filistin Sineması
başlangıcından bu yana kısa film ve belgesel ağırlıklı olmuş bu durumun bir sebebini
savaşın ve haksız işgalin mağdurlarının Filistinliler olması ve maruz
kaldıkları acıları durumları belgelemeye çalışmaları oluşturmuştur. Bir diğer sebebini ise Filistinlilerin uzun
metrajlara ayrılacak ödeneklerinin olmaması ve ekonomilerinin buna el vermemesi
oluşturmuştur.
Yokluğun
her şeye sinmiş olan varlığı, Filistin Sinemasının da(Tematik
bütünlüklüğünü/bütünlüksüzlüğünü ve estetik imkânlığını/imkânsızlığını
çerçeveleyecek bir şekilde) yaratıcı özünü oluşturmaktadır. Filistin
Sinemasının üstün özelliği, bastırılmış bir öfke, tedirgin bir gurur zemini
kaymış bir şiddettir. Bir Filistin sineması diye niteleyebileceğimiz sinemayı
nihai olarak belirleyen özellik, bastırılmış öfkenin mutasyona uğrayarak
eleştirilmiş bir şiddete dönüşmesidir-bir bakıma, siyasal olanın eksikliğinin
estetik varlığıdır[3].
Gerçektende Filistin sineması içerisinde yer alan filmlerin bütününe bakıldığında
bastırılmış öfkenin izlerini hemen hemen birçok filmde gözlemlemek mümkündür. Yok
sayılmaya çalışılan bir halkın görünür olma isteği ve çabası filmlerin çoğuna hâkimdir.
Görülmek istenmeyen bir millet, bir halk var olma mücadelesini yaşam
mücadelesini filmlerinde sıklıkla işlemektedir. Özellikle kültürel olarak da
işgale uğrayan bu insanlar kültürlerini yaşatmaya çalışmanın zorluklarını
beyazperdeye taşımakta ve aitliklerini burada kanıtlamaya çalışmaktadır.
İsrail’in 1948 yılında Filistin toprakları üzerinde bir devlet olarak
kuruluşunu ilan edişi beraberinde binlerce Filistinlinin sürgün hayatı
yaşamasını, yersiz yurtsuz kalmasını getirmiştir. Bu olaydan sonra
Filistinlilerin birçoğu mülteci kamplarında yaşamak zorunda kalmış, birçoğu da
yaşadıkları coğrafya da kendilerine ait olan topraklarda birer ikinci sınıf
insan muamelesi görmeye başlamışlardır. Bazı Filistinlilerin Avrupa’nın çeşitli
ülkelerine göç etmesi buralarda yetişen yeni kuşak Filistinlilerin ülkelerinin
gerçeklerini beyazperdeye taşımalarına neden olmuştur. Michel Khleiff, Raşid
Maşaravi, Mai Masri, Elia Süleyman, Hany Ebu Esad ve Annemarie Jacir gibi
Filistinli yönetmenler söz konusu gerçekçiliği beyazperdeye başarıyla taşıyan
isimlerdir.
Filistin
sineması içinde yer alan filmlerin çok azı kurmaca geneli kısa film ve belgesel
olmaktadır. Uzun metraj yapımların sayıca az oluşu üç uzun metraj Filistin
filmine değinmeyi önemli kılmaktadır. Hanny Ebu Esad, Elia Süleyman ve Micheil
Khleifi filmlerinden birer örnekle İsrail-Filistin Sorununun sinemada temsilini
gözler önüne sermek önem taşımaktadır. Hanny Ebu EEsad’ın Vaat Edilen Cennet
Filmi, Elia Süleyman’ın Kutsal Direniş Filmi ve Michel Khleifi’nin Celile’de
Düğün filmi Filistin Sinemasında İsrail-Filistin Sorunu çerçevesinde ele
alınmaktadır. Vaat Edilen Cennet filminde intihar bombacıları üzerinden, Kutsal
Direniş’te direnen insanlar üzerinden, Celile’de Düğün filminde ise oğlunu
evlendirmek için İsrail bürokrasisiyle uğraşmak zorunda kalan köy muhtarının
çabaları üzerinden, İsrail-Filistin Sorunu ele alınmaktadır. Vaat Edilen Cennet
(Paradise Now) filmi ana karakter Said üzerinden intihar eylemcilerini
anlatmakta ölümün gündelik yaşam içerisinde gündelik sohbet konularından biri
halini aldığı ve insanların yemek yerlerken dahi sürekli ölümden ve öldürmekten
söz eder hale geldiklerini göstermektedir. Filmde yer alan bir diğer karakter
İntihar bombacısı Ebu Assam’ın kızkardeşi Süha olmakta, Said ve Süha arasında
geçen diyaloglarda Said’in Filistinliler için intihar eylemlerinden başka bir
yolun kalmadığı cümleler, Süha için ise yapılan eylemlerin İsrailliler için
yeni bahaneler yarattığı ve İsrail’in kabul edilmesi gereken bir askeri gücü
olduğu bunun karşılığında yapılan eylemlerin yine Filistin halkına zarar
verdiği üzerine kuruludur. Said ısrarla İsrail’in saldırıları için bahanelere
ihtiyacı olmadığını vurgulamaktadır. Neresinden bakılırsa bakılsın filmin
yönetmeni, yapılan eylemin yanlış olduğunu anlatmaya çalışsa da yanlışı
düzeltecek bir çözüm ortaya koyamamaktadır.
Tamamı Nablus’ta çekilen film, bir intihar bombacısının bakış açısını
tüm yönleriyle ortaya koymaya çalışmakta, öyle ki film boyunca intihar
eylemcilerinin bu sürece zihinsel olarak nasıl hazırlandıkları gösterilmekte
onlara sürekli öldüklerinde cennete gidecekleri söylenmektedir. Buradan da
anlaşılacağı üzere din faktörünün özellikle İslamiyet de ki cihat inancının
varlığı eylemcilerin temel dayanak noktasını oluşturmaktadır. Filmde şiddet
sahneleri neredeyse hiç gösterilmemekte Filistin sokaklarının tamamına yayılan
şiddet, yerini görünmeyeni gösterme çabasına bırakmaktadır. Film, Said
vasıtasıyla her ne kadar intihar eylemlerinin karşısında olduğunu çözümün bu
olmadığını anlatmaya çalışsa da, Said’in eylemin gerekçeleri için verdiği
cevaplar karşısında seyirci vicdanıyla baş başa bırakılmaktadır. Vaat edilen
cennet daha çok düşünmeyi ve empati kurmayı teşvik etmekte seyirciye bu yönde
mesajlar iletmektedir. Film psikolojik ve politik karşıtlıkların senteziyle bir
araya getirilmekte, İsrail’in yeni yerleşim yerleriyle durmadan işgal ettiği
toprakların karşısında sesini duyurmaya çalışan bir halkın, Filistin’in en
önemli sorununu beyazperdeye başarıyla taşımaktadır. Benzer biçimde 2002 yılı
yapımı Elia Süleyman’ın Kutsal Direniş (Divine İntervention) filmi,
İsrail-Filistin sorununa karanlık bir mizah çerçevesinde yaklaşmakta ve film sessizliği,
anlatımın doğrusal olmayışı, tek bir hikaye yerine birkaç parçadan oluşan
zengin yapısı ile dikkati çekmektedir. Eli Süleyman, iktidara, baskıya ve
şiddete karşı sinemasını şekillendirmekte ve genel olarak bu minvalde,
konularına hizmet edecek temalara yönelmektedir. Yönetmen sinemasında çok fazla
diyaloga yer vermeden, sessiz ve etkileyici görüntülerle, güldürü öğelerinden
de yararlanarak söylemini oluşturmaktadır. Kutsal Direniş, üç ana karakterle
doğrusal olmayan bir yapı üzerine inşa edilmekte, birbirinden farklı olayların
ve karakterlerin içinde barındığı film, bu kişilerin yaşadıkları durumlara
karşı sergiledikleri direnişler ve bu direnişler arasındaki ortak paydalarla
takdire değer bir bütünlük meydana getirmektedir. Filmde yer alan sahneler ve
diyaloglar ironik bir biçimde İsrail’in Filistin’e yıllar boyunca dile
getirdiği söylemleri çağrıştırmaktadır. Örneğin, filmde yer alan yabancı bir
turist ve İsrail polisi arasındaki diyaloglar, adres soran turiste İsrail polisinin
bilmiyorum şeklinde cevap vermesi ve İsrailli polisin aracın arkasından
indirdiği elleri ve gözleri bağlı Filistinli gence adresi sorması turistin
beklediği yanıtı bu genç Filistinliden alması çok önemli bir mesaj taşımaktadır.
Sahne Filistin’in gerçek sahibinin Filistinliler olduğunu kanıtlamakta
İsrail’in işgalci bir devlet olduğunu bir polis memuru üzerinden
somutlaştırmaktadır. Film tüm anlatısını bu gerçek üzerine kurmakta, dünya
üzerinde, belirlenmiş ülke sınırlarını tanımayı reddeden tek ülke olan
İsrail’in haksızlığını karşı bir söylemle ve etkili bir anlatımla
cevaplamaktadır. Film içerisinde askeri kontrol noktalarından geçen hemen her
Filistinlinin İsrailli askerler tarafından bir terörist muamelesi görmesi
görüntülerle belgelenmekte ve bu durum bir sessizlik içerisinde izlenmektedir. Filistin’in
gerçek sahipliği üzerine yer verilen bir diğer önemli sahne Üzerinde Yaser
Arafat’ın resminin olduğu bir balonun gökyüzüne bırakılması ve kontrol
noktasındaki askerlerin dikkatini çekmesidir. Öyle ki ellerinde dürbünlerle
balonu takip eden askerler üzerinde Yaser Arafat’ın resmini görünce balonu
vurmak için üslerinden emir beklemekte bu sahne ile İsrail askerleri ve onların
paronoya halini almış durumlarıyla dalga geçilmektedir. Balonun tüm Kudüs’ü dolaşarak sonunda
Mescid’i Aksa’nın kubbesi üzerinde durması Ariel Şaron’un 28 Eylül 2000’de
Harem el-Şerifi ziyaret ederek yaptığı provokasyona bir cevap niteliği
taşımaktadır. Filmin bütünü düşünüldüğünde yönetmen mizah öğelerine yer vererek
gerçekleştirdiği çok katmanlı anlatımı genel olarak İsrail-Filistin sorunu
ekseninde Filistin’in Filistinlilere ait olduğu gerçeğiyle kurgulamaktadır.
Filistinlilerin yaşadıkları tüm sorunların kaynağı olarak İsrail gösterilmekte
ve sorumluların iktidar, baskı ve şiddet ortamıyla İsrail Devleti olduğunu açık
bir biçimde ilan edilmektedir. Yönetmen, tüm bunları zaman zaman İsrail
askerleriyle alay ederek kimi zamanda iktidarı hiçe sayarak başarmaktadır. Filistin
Sinemas’ından bir diğer yönetmen Michel Khleifi’nin 1987 yapımı Celile’de Düğün
(Weddin İn Galilele) filmi Birinci İntifada başlamadan önce çekilmeye başlanmış
ve İntifada başladığı zaman da çekilmeye devam etmiştir. Bir Filistinlinin çektiği
ilk uzun metraj film olma özelliğini taşıyan film oğlunu evlendirmek isteyen
bir köy muhtarının İsrail bürokrasisiyle olan mücadelesini etkili bir sinema
diliyle anlatmaya çalışmaktadır. Filistinli Muhtar, düğün izni alabilmek için
İsrailli askeri yöneticiyi ve adamlarını düğüne davet etmek zorunda kalmakta, film
bir yandan İsrail işgalini ve bürokrasisini eleştirirken bir yandan da ataerkil
geleneklere karşı çıkmaktadır. Celile’de Düğün, Filistinlilerin yaşamlarının
her alanında İsrail işgal güçleri tarafından gözetim ve kontrol altında
tutulduğunun adeta bir kanıtı niteliğindedir. İsrailli yöneticilerin düğüne
katılmak yönünde Muhtar Abu Adel’e dayatmada bulunmaları, insanların en mutlu
günlerine dahi gölge düşürmekte ve onları baskı altında tutmaktadır.
Bürokrasinin yaşamın her alanında uygulanabilir olması, Filistinlilerin
hayatını adeta kıskaç altında tutarak hürriyetlerinden yoksun bırakmaktadır. İsrail
güçleri tarafından sıklıkla uygulanan kontrol ve denetim, sokağa çıkma
yasaklarının yanı sıra, durdurulan otobüsler ve kimlik kontrolleri İsrailli
askerlerin Filistinlilere birer terörist muamelesi yapması film boyunca açık
bir biçimde gözler önüne serilmektedir. Filmin dikkat çeken bir başka özelliği
ise filmde yer alan yaşlı bir dedenin torununa İngilizler gelmeden önce Osmanlı
egemenliğinde daha iyi şartlarda yaşadıklarını anlatmasıdır. Dedenin torununa
Türklerden bahsetmesi ve o günleri anması, Filistinlilerin içinde yaşadığı
huzursuz yaşamın bir gösterenidir, çünkü dede söz konusu günlerden özlemle
bahsetmekte ve o günleri gülümseyerek anlatmaktadır. Film boyunca köyde çok sık
askeri araçlar dolaşmakta, sokağa çıkma yasağı sıklıkla uygulanmaktadır. İsrailli
yöneticilerin düğüne katılmaları ve düğünde fenalaşan İsrailli bir kadın askere
Filistinli kadınların yardımı ve iyileşmesi için duaları Filistinlilerin bir
dayanışma ve insanlık örneği olarak dikkati çekmektedir. Filmde geleneksel
ritüeller düğün esnasında uygulanmakta, Filistin gelenek ve kültürü yerine
getirilmektedir. Bu noktada İsrailli kadın askerin Filistin kültüründen etkilenmesi,
İsrail tarafından yok edilmek istenen bir kültüre, yine bir İsrailli tarafından
hayranlık duyulması ironi olarak ele alınmakta durumun yanlışlığına dikkat
çekilmeye çalışılmaktadır. Film bir bütün olarak değerlendirildiğinde İsrail
askeri yönetiminin Filistinlilerin yaşamları üzerindeki yaptırımları ve işgalci
bir ülkenin sürekli olarak yarattığı kaygı ve endişe atmosferi filmin geneline hâkim
olmaktadır. Film içerisinde yer verilen ve İsrail tarafından çevrelenen mayınlı
araziler, kıstırılmışlığın ve hapsolunmuşluğun gösterenlerini oluşturmakta aynı
zamanda insanların en güzel günlerinde dahi izlenmelerinin ve kontrol altında
tutulmalarının da bir diğer sorun olarak film içerisinde işlendiğini
göstermektedir. Bir Filistinli düğününe katılarak o düğünde var olmak bir
anlamda İsrail’in meşruluğunu, kabul edilebilirliğini arttırmaktadır.
Denilebilir ki Film, İsrail-Filistin Sorunu ekseninde değerlendirildiğinde,
İsrail’in yerleşim politikası, bürokratik baskılar çerçevesinde eleştirilmiş ve
Filistinlilerin var oldukları, kültürleriyle görünmeleri gerektiği anlatılmaya
çalışılmış, hürriyetinden yoksun bir halkın haklı mücadelesi bir kez daha kendisini
beyazperdede başarıyla ifade etmiştir.
.
İsrail’in işgali ile başlayan ve bugüne kadar devam eden Filistin Meselesi,
hayatın her alanında olduğu gibi, Filistin ve İsrail’in kültürel yaşamlarını da
etkilemiştir. Sorunun beraberinde getirdiği, Mülteciler Meselesi, Kudüs Meselesi
ve tamamlanamayan barış süreçleri, her geçen gün giderek artan yerleşimci
sayısı sanatın da her alanında dile getirilmeye çalışılan temel konuları
oluşturmuştur. Özellikle sinemada bu sorunun etkisinde kalan ve süreci yaşayan
insanların hikâyeleri anlatılmaya çalışılmış ve genel olarak İsrailli ve
Filistinli yönetmenlerin yapımları, bu sorun ve sorunun beraberinde
getirdikleri merkez alınarak işlenmeye başlamıştır. Sinemanın içinden çıktığı
toplumun bir aynası oluşu, doğal olarak o toplumun içinde yaşadığı süreçlerin,
toplumsal ve sosyolojik olayların, anlatımını gerekli kılmıştır. Uzun yıllardır
işgalle birlikte yaşamaya çalışan Filistinliler, işgalin haksız ve yanlış
olduğunu, mücadele etmenin gerekliliğini anlatırken filmlerinde, Filistin
sineması, Filistin’in haklı davasının savunucusu olmuştur.. Genel olarak
değinilen İsrail ve Filistin Sinemaları adı geçen yönetmenler ve yapımlar
eşliğinde anlaşılmaya ve İsrail-Filistin sorunu her iki ülke yönetmenlerinin
filmleri eşliğinde irdelenmeye gözle görünür halde ortaya konmaya
çalışılmıştır.
KAYNAKÇA
Battal Odabaş “Filistin
Sineması” Üçüncü Sinema ve Üçüncü Dünya Sineması Der. Esra Biryıldız, Zeynep
Çetin Erus, İstanbul, Es Yayınları, 2007, s.418.
Hamid Dabaşi, Filistin Sineması Bir Ulusun Tarihi,
İstanbul, 2009, Agora yayınları, s.xx.
Jean Genet, Tek Başına
Şatila’da Dört Saat, İstanbul, Sel Yayıncılık, 2004, s.9-15.
Yasin kaya. “Amacımız İnsanların
Bazı Şeyleri Görmesini Sağlamak Olmalı”, Altyazı Dergisi, İstanbul, 2004, s.62