19 Eylül 2012 Çarşamba

İsrail ve Filistin Sinemalarına Genel Bakış


İSRAİL-FİLİSTİN SİNEMALARINA GENEL BAKIŞ
SİNEMADA İSRAİL-FİLİSTİN SORUNU

İsrail-Filistin Sorunu kuşkusuz uzun yıllar dünya siyasi tarihinin en önemli problemi olmuştur ve olmaktadır. Gerek siyasi-politik arenada gerekse de sanat alanında sorunun kendisini sayısız kez yinelediği görülmekte ve soruna taraf olan ülkelerin varlığıyla İsrail-Filistin Sorunu uluslararası bir mesele halini alarak, bugün dahi çözümsüzlüğünü korumaya devam etmektedir. Meselenin tarihsel gelişimi üzerine onlarca yayın bulunmakta ilgili bilim dalları (Siyaset, Tarih, Uluslararası İlişkiler) uzmanlarınca sayısız yayın hazırlanmakta ve meseleye tarihsel bilgiler çerçevesinde ışık tutulmaya çalışılmaktadır. Bu noktada tıpkı diğer bilim dallarının yaptığı gibi sanatta üzerine düşeni yapmakta, soruna ilgisiz kalmamaktadır öyle ki dönem dönem sorunun kendisini en güçlü ifade edebildiği alanlardan birini oluşturmaktadır. Şüphesiz ki Yedinci Sanat olarak adlandırılan sinemanın İsrail-Filistin Sorunu’na bakışı kitlelere ulaşabilmek noktasında büyük bir önem taşımaktadır. Elinizdeki çalışma bu yönüyle benzer çalışmalardan ayrılmakta ve İsrail-Filistin sinemalarından yola çıkarak meseleye bir de sinema penceresinden bakmaya çalışmaktadır.

İsrail Sineması ve İsrail Filmlerinde İsrail-Filistin Sorunu

İsrail, 1948 yılında Filistin topraklarında kurulduğu günden bugüne Filistin’de bugün dahi devam eden çatışmaların ve kargaşanın ana sebebi olmakta ve söz konusu işgal, İsrail’in sinemasını da etkileyerek, İsrail-Filistin Sorunu’nun hem İsrailli yönetmenler tarafından hem de Filistinli yönetmenler tarafından beyazperdeye aktarılmasına ve filmlerin ana eksenini bu sorun etrafında biçimlendirmesine neden olmaktadır. Bu nedenle günümüz İsrail sinemasında siyasi sorunlar sinemayı biçimlendirmekte, İsrail-Filistin Sorunu farklı bakış açıları eşliğinde izleyici karşısına getirilmektedir. Bu dönemin yönetmenleri içerisinde Eytan Fox, Renen Schorr, Assi Dyan, Ari Sandel, Amos Gitai, Ari Folman ve Eran Riklis gibi yönetmenleri saymak mümkündür. İsmi zikredilen yönetmenler, içinde yaşadıkları toplumsal koşulları sinemalarına uyarlamakta ve İsrail sinemasının son yıllarda adından sıkça söz ettirmesine öncülük etmektedirler. Nitekim İsrail-Filistin Sorunu’nun beyazperdede temsili İsrailli yönetmen Ari Folman’ın Beşirle Vals filminde de kendisini göstermektedir. Beşirle Vals,15-29 Eylül 1982 tarihlerinde Beyrut’a giren İsrail ordusunun, İsrail yanlısı falanjistlerin de yardımıyla Sabra ve Şatila Filistin mülteci kamplarında gerçekleştirdiği katliamı ele almaktadır. Beşirle Vals, o yıllara dair hafızasını kaybetmiş eski bir asker olan Ari Folman’ın geçmişiyle yüzleşme çabasını anlatmaktadır. Film, eski bir askerin psikolojik sancıları etrafında şekillenirken, orada o kampta öldürülenlerin neden öldürüldüklerini sorgulamak noktasında zayıf bir tutum sergilemektedir. Bu durumun nedeni ise İsrailli bazı yönetmenlerin politik olmak noktasında bölgeye yönelik film yapımında bir noktada kendilerini kendi geleceklerini ve toplumsal baskının etkisini düşünmeleri ve bunu üzerlerinde hissetmeleridir. Beşirle Vals, Ariel Şaron’un emri ile İsrailli askerler ve Hıristiyan falanjistler tarafından gerçekleştirilen katliam karşısında bir anlamda özür mahiyeti taşımaktadır. Fakat söz konusu özür geçmişiyle yüzleşmeye çalışan bir askerin çabasından öteye gidememekte ve “özür” yaşananlar karşısında oldukça önemsiz kalmaktadır Öyle ki Sabra ve Şatila’da yaşanan katliamın boyutlarını, dehşet ortamını Jean Genet şu sözlerle ifade etmektedir: “Şatila’da cesetlerin üzerinden atlamadan yürümek mümkün değildi; her bir karesinde başka bir zorlukla karşılaşılan acı dolu bir kızmabirader oyunu oynuyor gibiydi insan… fotoğraf ne sineklerin vızıltısını, ne de ölümün beyaz, ağır kokusunu duyurabilir. Bir cesedin yanından öbürüne atlayarak nasıl yürüdüğümüzü de göstermez. Denilebilir ki bu noktada Ari Folman kendi acılarıyla yüzleşmeye çalışmış ve kişisel anlatısını gerçekleştirirken en azından kendi vicdani sesi adına tarihe “Sabra ve Şatila Katliamı” ile ilgili olarak not düşmeye çalışmıştır. Folman’ın filme hümanistçe yaklaştığını söylemek ve İsrail propagandasından uzak kalmaya çalıştığını dile getirmek mümkündür. Filmde geçmişe yolculuk Folman’ın gördüğü kâbusun peşine düşmesiyle başlar, eski cephe arkadaşlarını bulması ve onların kendi gözünden savaş anılarını anlatması, seyircinin yaşanan katliama tanıklık etmesini sağlar. Bu noktada filmin bir insanlık dramını anlattığı ve filmde birey vicdanının ağır bastığı görülmektedir. Filmde Folman’ın anılarını hatırlamaya başlamasıyla seyirci, Beyrut’ta katledilen insanları, rastgele bombalanan evleri, “kazara” taranan arabaları parça parça görmektedir. Filmde insanlıklarını kaybetmiş İsrail askerlerinin yaşadıkları yozlaşma ve duyarsızlık en kaba ve zaman zamanda en rahatsız edici biçimde seyirci karşısına çıkmaktadır. Film genel itibariyle filmin başında sorulan:
“-Lübnan’a ait görüntüler gözünün önüne geliyor mu?
-Hayır, Pek sayılmaz.
-Emin misin?
-Hayır
-Ya Beyrut, Sabra ve Şatila?
-Ne olmuş Sabra ve Şatila’da?”
Bu sorularla başlamaktadır. Filmin başından itibaren bu sorulara cevap aranmakta ve bulunmaya çalışılmaktadır. Beşirle Vals, Sabra ve Şatila katliamının anlamını yeterince ortaya koyma konusunda cesur bir anlatıma sahip olmamakla birlikte sadece üç günde bin beş yüz sivilin öldürüldüğü katliamın filmi bir kesit olmaktan öteye gidememektedir. Yaşanan savaşta İsrail’in rolü, Lübnan’da ne aradığı, karşısında savaşan ve ölümü göze alanların kim olduğu, insanların neden kamplarda toplandığı sorularına neredeyse hiç değinilmemekte nitekim anlatımın bir askerin hatıraları üzerinden ilerlemesi filme masalsı bir hava katmakta ve filmin gerçekliğini etkilemektedir. Tüm bunlarla birlikte Beşirle Vals, her ne kadar bir askerin günah çıkarma işlevinden öteye gidemese de politik-eleştiri özelliği taşımakta ve İsrail-Filistin Sorunu’ndan bir kesiti Sabra ve Şatila Katliamını beyazperdeye taşımaktadır. Beyazperdede İsrail-Filistin Sorunu’nu ele alan yönetmenlerden bir diğeri Eran Riklis olmakta ve Limon Ağacı filmi ile yönetmen İsrail’in yerleşim politikasını Filistinli Selma’nın Limon Bahçesi üzerinden anlatmaya çalışmaktadır. Selam’nın limon bahçesi yeni komşusu İsrail Savunma Bakanı için güvenlik sorunu oluşturmakta ve film boyunca Selma’nın limon ağaçlarını kestirmemek için başvurduğu hukuki süreç ele alınarak İsrail’in yerleşim politikası eleştirilmektedir. Limon ağaçlarının oluşturduğu güvenlik sorunu bir anlamda İsrail toplumunun içinde bulunduğu paronoyaya ve korkuya göndermede bulunmaktadır. İsrail toplumu için yetmeyen güvenlik önlemleri gözler önüne serilmektedir. Nitekim İsrail tarafından güvenlik önlemleri adı altında insanların yaşam alanları tecavüze uğramakta ve söz konusu bahane ile yapılan işgaller, ele geçirilen topraklar, yerleşim politikasını meşrulaştırmaktadır. Öyle ki İsrail Devleti’nin kuruluş tarihi olan 1948 yılı ve sonrası yapılan işgaller, ardından gelen savaşlar ve nihai barış anlaşmaları İsrail’in her masaya oturuşunda güvenlik önlemlerini birincil koşul olarak öne sürmesine ve sürekli olarak bunu anlaşmaya oturduğu devletlerden talep etmesine neden olmuştur. İsrail tarafından Filistinlilere yaşadıkları yerlerde birer açık hava hapishanesi yaratılarak Filistinlilerin gözlem altında tutulması sağlanmaya çalışılmış bu açıdan ele alınıldığında yönetmenin Limon Ağacı filmi doğru bir tespitte bulunmakla beraber İsrail’in izlemekte olduğu yerleşim politikasına eleştiri getirmiştir. Film içerisinde yer alan diyaloglar yönetmenin eleştirdiği hususları oluşturmakta ve güvenlik önlemleri adı altında yerlerinden edilen Filistinlilerin haklılığı vurgulanmaktadır. Limon Ağacı, İsrail-Filistin Sorununa Selma’nın Bakan’ın güvenliği için limon ağaçlarını kestirmek istememesi, bunun için tüm hukuki yollara başvurma mücadelesi ekseninde yaklaşmakta sürece Filistinliler gözünden bakmakta ve İsrail’in yerleşim politikası bir İsrailli yönetmen tarafından eleştirilmektedir. Film boyunca Selma ve davası bir Filistin davası olmakta Filistin halkı adeta limon ağaçları temsili üzerinden başkaldırmaktadır. İsrailli yönetmenlerden bir diğeri  Amos Gitai, 2000 yapımı Kippur filmi ile savaş karşıtı bir yapımla seyirci karşısına çıkmakta, Filistin-İsrail Sorunu’na değinerek savaşın anlamsızlığını tek taraflı bir bakış açısı ile filminde işlemektedir. Gitai, kendisiyle yapılan bir söyleşide savaş, sürgün gibi politik konuları işleme sorumluluğunu anlatırken “ Düşünceleriniz farlı olabilir fakat asla ötekilere zarar verecek eylemlerde bulunmamalıyız” demekte filmlerini bu eksende tanımlamaktadır[1]. Kippur, sevginin savaştan daha önemli olduğunu vurgularken söz konusu anlatımı “ötekiler”i göstermeden oluşturmakta, film boyunca “ötekiler”i hiçbir şekilde göstermemektedir.  Film, gerçek bir olay üzerine kurgulanarak gelişmekte nitekim filmin temel konusu 1973 yılında gerçekleşen Yom Kippur savaşı olmaktadır. Filmin ana karakterleri Çavuş Weinraub ve Teğmen Ruso birliklerine ulaşmaya çalışırken savaşın tasviri boş sokaklar ve terk edilmiş bir şehir görüntüsüyle yapılmakta, filmde yer alan sahneler savaşta yaşananların boyutunu gözler önüne sürmektedir. İnsanların her koşulda kaybettiklerini anlatmaya çalışan film, aslında savaşın bir kazananının olmadığını vurgulamaktadır. Tüm bunlara rağmen yönetmen, savaşın acımasızlığını sadece İsrailli askerlerin yaraları üzerinden göstermekte ve yaşananlara iki taraftan bakabilmek noktasında yetersiz kalmaktadır. Film bir bütün olarak savaşın gerçekleştiği ve tamamen İsrail askerlerinin çarpıştığı cephelerde geçmekte, film boyunca da sadece İsrail askerleri ve onların trajik görüntüleri yer almaktadır. Filmin açılış ve kapanış sahnelerinde savaşmak yerine sevginin önemine gönderme yapılmakta ve bu noktada film, anti militarist bir söyleme sahip olmaktadır. Filmi bir bütün olarak değerlendirmek gerekirse denilebilir ki Kippur, Filistin- İsrail Sorunu’na 1973 Arap-İsrail Savaşı perspektifinden bakmaya çalışmış ve 1967 savaşında topraklarını kaybeden Suriye ve Mısır’ın sürpriz saldırısıyla gerçekleşmiştir. 1967 yılında Bati Şeria ve Gazze’yi işgal eden İsrail kolonizasyon politikasını geliştirerek bu bölgelere hızla yeni yerleşimciler yerleştirmiş ve Araplar tarafından yenilgiyle sonuçlanan savaş bugün dahi bölgede devam eden sorunların nedenlerini oluşturmuştur. Amos Gitai’nin gerçekte Kippur savaşına katılmış bir asker olması filmin işleniş biçiminde gerçekçiliği de beraberinde getirmiş, savaşın sadece acı ve yokluktan başka bir şey ifade etmediği görüntülerle ifade edilmeye çalışılmış ve bu noktada başarılı bir anlatım gerçekleştirilmiştir. 1973 Kippur savaşı doğrudan bir Filistin-İsrail meselesi olmasa da dolaylı olarak Filistin Mücadelesinde etkin olan iki devletin (Suriye-Mısır) müdahalesidir ve süreci tetikleyen hareket noktası ise 1967 Arap-İsrail savaşıdır. Bu nedenle Film, Filistin-İsrail sorunu ekseninde değerlendirilmelidir. Film boyunca İsrail ve Araplar arasında yaşanan savaşların bir çözüm getiremeyeceği anlatılmaktadır.
İsrail Sineması içerisinde her ne kadar İşgalin haklılığını ve meşruluğunu ispat etmeye çalışan yönetmenler bulunuyor olsa da son yıllarda üretilen İsrail filmleri içinde soruna karşı hassas ve duyarlı olmaya çalışan bazı yönetmenler bulunmaktadır. Milliyetçi anlayışla çekilen filmler olduğu gibi İsrail sinemasında son yıllarda hümanist yapımların sayısında da önemli bir artış olmuştur.  Ari Folman, Amos Gitai, Eran Riklis gibi yönetmenler kendi ülkelerinin sistemini eleştirebilmiş ve sinema aracılığıyla bu rahatsızlıklarını dile getirebilmiş yönetmenlerdir. Yalnız söz konusu yönetmenlerin hassas ve duyarlı yaklaşımları bir noktada tıkanabilmekte, İsrail Devleti’nin soruna duyarlı insanlar karşısında artan baskısı söz konusu yönetmenlerin anlatımında da bir takım yetersizliklere yol açmaktadır. Bu nedenle politik sinema içerisinde film yapmaya çalışan bu yönetmenler istenilen cesareti gösterememekte, benzer olaylara iki cepheden bakabilmek noktasında bir takım sıkıntılar taşımaktadırlar.
Filistin Sineması ve Filistin Filmlerinde İsrail-Filistin Sorunu
Sinema tarihine bakıldığında, Filistin sinemasının özellikle son yıllarda nicel olarak olmasa da nitel olarak gelişme gösterdiği dikkati çekmektedir. Filistin yıllardır İsrail ile mücadele içerisinde olduğundan sineması da bu mücadelenin izlerini ve etkilerini taşımaktadır.[2] Yıllardır bağımsızlık mücadelesi veren Filistin’in sineması tıpkı üçüncü dünya ülkeleri halkları gibi Solanas ve Getinoya göre antiemperyalist mücadeleyi benimsediğinden üçüncü sinema içerisinde yer almaktadır. Filistin Sineması başlangıcından bu yana kısa film ve belgesel ağırlıklı olmuş bu durumun bir sebebini savaşın ve haksız işgalin mağdurlarının Filistinliler olması ve maruz kaldıkları acıları durumları belgelemeye çalışmaları oluşturmuştur.  Bir diğer sebebini ise Filistinlilerin uzun metrajlara ayrılacak ödeneklerinin olmaması ve ekonomilerinin buna el vermemesi oluşturmuştur.
Yokluğun her şeye sinmiş olan varlığı, Filistin Sinemasının da(Tematik bütünlüklüğünü/bütünlüksüzlüğünü ve estetik imkânlığını/imkânsızlığını çerçeveleyecek bir şekilde) yaratıcı özünü oluşturmaktadır. Filistin Sinemasının üstün özelliği, bastırılmış bir öfke, tedirgin bir gurur zemini kaymış bir şiddettir. Bir Filistin sineması diye niteleyebileceğimiz sinemayı nihai olarak belirleyen özellik, bastırılmış öfkenin mutasyona uğrayarak eleştirilmiş bir şiddete dönüşmesidir-bir bakıma, siyasal olanın eksikliğinin estetik varlığıdır[3]. Gerçektende Filistin sineması içerisinde yer alan filmlerin bütününe bakıldığında bastırılmış öfkenin izlerini hemen hemen birçok filmde gözlemlemek mümkündür. Yok sayılmaya çalışılan bir halkın görünür olma isteği ve çabası filmlerin çoğuna hâkimdir. Görülmek istenmeyen bir millet, bir halk var olma mücadelesini yaşam mücadelesini filmlerinde sıklıkla işlemektedir. Özellikle kültürel olarak da işgale uğrayan bu insanlar kültürlerini yaşatmaya çalışmanın zorluklarını beyazperdeye taşımakta ve aitliklerini burada kanıtlamaya çalışmaktadır. İsrail’in 1948 yılında Filistin toprakları üzerinde bir devlet olarak kuruluşunu ilan edişi beraberinde binlerce Filistinlinin sürgün hayatı yaşamasını, yersiz yurtsuz kalmasını getirmiştir. Bu olaydan sonra Filistinlilerin birçoğu mülteci kamplarında yaşamak zorunda kalmış, birçoğu da yaşadıkları coğrafya da kendilerine ait olan topraklarda birer ikinci sınıf insan muamelesi görmeye başlamışlardır. Bazı Filistinlilerin Avrupa’nın çeşitli ülkelerine göç etmesi buralarda yetişen yeni kuşak Filistinlilerin ülkelerinin gerçeklerini beyazperdeye taşımalarına neden olmuştur. Michel Khleiff, Raşid Maşaravi, Mai Masri, Elia Süleyman, Hany Ebu Esad ve Annemarie Jacir gibi Filistinli yönetmenler söz konusu gerçekçiliği beyazperdeye başarıyla taşıyan isimlerdir.
Filistin sineması içinde yer alan filmlerin çok azı kurmaca geneli kısa film ve belgesel olmaktadır. Uzun metraj yapımların sayıca az oluşu üç uzun metraj Filistin filmine değinmeyi önemli kılmaktadır. Hanny Ebu Esad, Elia Süleyman ve Micheil Khleifi filmlerinden birer örnekle İsrail-Filistin Sorununun sinemada temsilini gözler önüne sermek önem taşımaktadır. Hanny Ebu EEsad’ın Vaat Edilen Cennet Filmi, Elia Süleyman’ın Kutsal Direniş Filmi ve Michel Khleifi’nin Celile’de Düğün filmi Filistin Sinemasında İsrail-Filistin Sorunu çerçevesinde ele alınmaktadır. Vaat Edilen Cennet filminde intihar bombacıları üzerinden, Kutsal Direniş’te direnen insanlar üzerinden, Celile’de Düğün filminde ise oğlunu evlendirmek için İsrail bürokrasisiyle uğraşmak zorunda kalan köy muhtarının çabaları üzerinden, İsrail-Filistin Sorunu ele alınmaktadır. Vaat Edilen Cennet (Paradise Now) filmi ana karakter Said üzerinden intihar eylemcilerini anlatmakta ölümün gündelik yaşam içerisinde gündelik sohbet konularından biri halini aldığı ve insanların yemek yerlerken dahi sürekli ölümden ve öldürmekten söz eder hale geldiklerini göstermektedir. Filmde yer alan bir diğer karakter İntihar bombacısı Ebu Assam’ın kızkardeşi Süha olmakta, Said ve Süha arasında geçen diyaloglarda Said’in Filistinliler için intihar eylemlerinden başka bir yolun kalmadığı cümleler, Süha için ise yapılan eylemlerin İsrailliler için yeni bahaneler yarattığı ve İsrail’in kabul edilmesi gereken bir askeri gücü olduğu bunun karşılığında yapılan eylemlerin yine Filistin halkına zarar verdiği üzerine kuruludur. Said ısrarla İsrail’in saldırıları için bahanelere ihtiyacı olmadığını vurgulamaktadır. Neresinden bakılırsa bakılsın filmin yönetmeni, yapılan eylemin yanlış olduğunu anlatmaya çalışsa da yanlışı düzeltecek bir çözüm ortaya koyamamaktadır.  Tamamı Nablus’ta çekilen film, bir intihar bombacısının bakış açısını tüm yönleriyle ortaya koymaya çalışmakta, öyle ki film boyunca intihar eylemcilerinin bu sürece zihinsel olarak nasıl hazırlandıkları gösterilmekte onlara sürekli öldüklerinde cennete gidecekleri söylenmektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere din faktörünün özellikle İslamiyet de ki cihat inancının varlığı eylemcilerin temel dayanak noktasını oluşturmaktadır. Filmde şiddet sahneleri neredeyse hiç gösterilmemekte Filistin sokaklarının tamamına yayılan şiddet, yerini görünmeyeni gösterme çabasına bırakmaktadır. Film, Said vasıtasıyla her ne kadar intihar eylemlerinin karşısında olduğunu çözümün bu olmadığını anlatmaya çalışsa da, Said’in eylemin gerekçeleri için verdiği cevaplar karşısında seyirci vicdanıyla baş başa bırakılmaktadır. Vaat edilen cennet daha çok düşünmeyi ve empati kurmayı teşvik etmekte seyirciye bu yönde mesajlar iletmektedir. Film psikolojik ve politik karşıtlıkların senteziyle bir araya getirilmekte, İsrail’in yeni yerleşim yerleriyle durmadan işgal ettiği toprakların karşısında sesini duyurmaya çalışan bir halkın, Filistin’in en önemli sorununu beyazperdeye başarıyla taşımaktadır. Benzer biçimde 2002 yılı yapımı Elia Süleyman’ın Kutsal Direniş (Divine İntervention) filmi, İsrail-Filistin sorununa karanlık bir mizah çerçevesinde yaklaşmakta ve film sessizliği, anlatımın doğrusal olmayışı, tek bir hikaye yerine birkaç parçadan oluşan zengin yapısı ile dikkati çekmektedir. Eli Süleyman, iktidara, baskıya ve şiddete karşı sinemasını şekillendirmekte ve genel olarak bu minvalde, konularına hizmet edecek temalara yönelmektedir. Yönetmen sinemasında çok fazla diyaloga yer vermeden, sessiz ve etkileyici görüntülerle, güldürü öğelerinden de yararlanarak söylemini oluşturmaktadır. Kutsal Direniş, üç ana karakterle doğrusal olmayan bir yapı üzerine inşa edilmekte, birbirinden farklı olayların ve karakterlerin içinde barındığı film, bu kişilerin yaşadıkları durumlara karşı sergiledikleri direnişler ve bu direnişler arasındaki ortak paydalarla takdire değer bir bütünlük meydana getirmektedir. Filmde yer alan sahneler ve diyaloglar ironik bir biçimde İsrail’in Filistin’e yıllar boyunca dile getirdiği söylemleri çağrıştırmaktadır. Örneğin, filmde yer alan yabancı bir turist ve İsrail polisi arasındaki diyaloglar, adres soran turiste İsrail polisinin bilmiyorum şeklinde cevap vermesi ve İsrailli polisin aracın arkasından indirdiği elleri ve gözleri bağlı Filistinli gence adresi sorması turistin beklediği yanıtı bu genç Filistinliden alması çok önemli bir mesaj taşımaktadır. Sahne Filistin’in gerçek sahibinin Filistinliler olduğunu kanıtlamakta İsrail’in işgalci bir devlet olduğunu bir polis memuru üzerinden somutlaştırmaktadır. Film tüm anlatısını bu gerçek üzerine kurmakta, dünya üzerinde, belirlenmiş ülke sınırlarını tanımayı reddeden tek ülke olan İsrail’in haksızlığını karşı bir söylemle ve etkili bir anlatımla cevaplamaktadır. Film içerisinde askeri kontrol noktalarından geçen hemen her Filistinlinin İsrailli askerler tarafından bir terörist muamelesi görmesi görüntülerle belgelenmekte ve bu durum bir sessizlik içerisinde izlenmektedir. Filistin’in gerçek sahipliği üzerine yer verilen bir diğer önemli sahne Üzerinde Yaser Arafat’ın resminin olduğu bir balonun gökyüzüne bırakılması ve kontrol noktasındaki askerlerin dikkatini çekmesidir. Öyle ki ellerinde dürbünlerle balonu takip eden askerler üzerinde Yaser Arafat’ın resmini görünce balonu vurmak için üslerinden emir beklemekte bu sahne ile İsrail askerleri ve onların paronoya halini almış durumlarıyla dalga geçilmektedir.  Balonun tüm Kudüs’ü dolaşarak sonunda Mescid’i Aksa’nın kubbesi üzerinde durması Ariel Şaron’un 28 Eylül 2000’de Harem el-Şerifi ziyaret ederek yaptığı provokasyona bir cevap niteliği taşımaktadır. Filmin bütünü düşünüldüğünde yönetmen mizah öğelerine yer vererek gerçekleştirdiği çok katmanlı anlatımı genel olarak İsrail-Filistin sorunu ekseninde Filistin’in Filistinlilere ait olduğu gerçeğiyle kurgulamaktadır. Filistinlilerin yaşadıkları tüm sorunların kaynağı olarak İsrail gösterilmekte ve sorumluların iktidar, baskı ve şiddet ortamıyla İsrail Devleti olduğunu açık bir biçimde ilan edilmektedir. Yönetmen, tüm bunları zaman zaman İsrail askerleriyle alay ederek kimi zamanda iktidarı hiçe sayarak başarmaktadır. Filistin Sinemas’ından bir diğer yönetmen Michel Khleifi’nin 1987 yapımı Celile’de Düğün (Weddin İn Galilele) filmi Birinci İntifada başlamadan önce çekilmeye başlanmış ve İntifada başladığı zaman da çekilmeye devam etmiştir. Bir Filistinlinin çektiği ilk uzun metraj film olma özelliğini taşıyan film oğlunu evlendirmek isteyen bir köy muhtarının İsrail bürokrasisiyle olan mücadelesini etkili bir sinema diliyle anlatmaya çalışmaktadır. Filistinli Muhtar, düğün izni alabilmek için İsrailli askeri yöneticiyi ve adamlarını düğüne davet etmek zorunda kalmakta, film bir yandan İsrail işgalini ve bürokrasisini eleştirirken bir yandan da ataerkil geleneklere karşı çıkmaktadır. Celile’de Düğün, Filistinlilerin yaşamlarının her alanında İsrail işgal güçleri tarafından gözetim ve kontrol altında tutulduğunun adeta bir kanıtı niteliğindedir. İsrailli yöneticilerin düğüne katılmak yönünde Muhtar Abu Adel’e dayatmada bulunmaları, insanların en mutlu günlerine dahi gölge düşürmekte ve onları baskı altında tutmaktadır. Bürokrasinin yaşamın her alanında uygulanabilir olması, Filistinlilerin hayatını adeta kıskaç altında tutarak hürriyetlerinden yoksun bırakmaktadır. İsrail güçleri tarafından sıklıkla uygulanan kontrol ve denetim, sokağa çıkma yasaklarının yanı sıra, durdurulan otobüsler ve kimlik kontrolleri İsrailli askerlerin Filistinlilere birer terörist muamelesi yapması film boyunca açık bir biçimde gözler önüne serilmektedir. Filmin dikkat çeken bir başka özelliği ise filmde yer alan yaşlı bir dedenin torununa İngilizler gelmeden önce Osmanlı egemenliğinde daha iyi şartlarda yaşadıklarını anlatmasıdır. Dedenin torununa Türklerden bahsetmesi ve o günleri anması, Filistinlilerin içinde yaşadığı huzursuz yaşamın bir gösterenidir, çünkü dede söz konusu günlerden özlemle bahsetmekte ve o günleri gülümseyerek anlatmaktadır. Film boyunca köyde çok sık askeri araçlar dolaşmakta, sokağa çıkma yasağı sıklıkla uygulanmaktadır. İsrailli yöneticilerin düğüne katılmaları ve düğünde fenalaşan İsrailli bir kadın askere Filistinli kadınların yardımı ve iyileşmesi için duaları Filistinlilerin bir dayanışma ve insanlık örneği olarak dikkati çekmektedir. Filmde geleneksel ritüeller düğün esnasında uygulanmakta, Filistin gelenek ve kültürü yerine getirilmektedir. Bu noktada İsrailli kadın askerin Filistin kültüründen etkilenmesi, İsrail tarafından yok edilmek istenen bir kültüre, yine bir İsrailli tarafından hayranlık duyulması ironi olarak ele alınmakta durumun yanlışlığına dikkat çekilmeye çalışılmaktadır. Film bir bütün olarak değerlendirildiğinde İsrail askeri yönetiminin Filistinlilerin yaşamları üzerindeki yaptırımları ve işgalci bir ülkenin sürekli olarak yarattığı kaygı ve endişe atmosferi filmin geneline hâkim olmaktadır. Film içerisinde yer verilen ve İsrail tarafından çevrelenen mayınlı araziler, kıstırılmışlığın ve hapsolunmuşluğun gösterenlerini oluşturmakta aynı zamanda insanların en güzel günlerinde dahi izlenmelerinin ve kontrol altında tutulmalarının da bir diğer sorun olarak film içerisinde işlendiğini göstermektedir. Bir Filistinli düğününe katılarak o düğünde var olmak bir anlamda İsrail’in meşruluğunu, kabul edilebilirliğini arttırmaktadır. Denilebilir ki Film, İsrail-Filistin Sorunu ekseninde değerlendirildiğinde, İsrail’in yerleşim politikası, bürokratik baskılar çerçevesinde eleştirilmiş ve Filistinlilerin var oldukları, kültürleriyle görünmeleri gerektiği anlatılmaya çalışılmış, hürriyetinden yoksun bir halkın haklı mücadelesi bir kez daha kendisini beyazperdede başarıyla ifade etmiştir.
. İsrail’in işgali ile başlayan ve bugüne kadar devam eden Filistin Meselesi, hayatın her alanında olduğu gibi, Filistin ve İsrail’in kültürel yaşamlarını da etkilemiştir. Sorunun beraberinde getirdiği, Mülteciler Meselesi, Kudüs Meselesi ve tamamlanamayan barış süreçleri, her geçen gün giderek artan yerleşimci sayısı sanatın da her alanında dile getirilmeye çalışılan temel konuları oluşturmuştur. Özellikle sinemada bu sorunun etkisinde kalan ve süreci yaşayan insanların hikâyeleri anlatılmaya çalışılmış ve genel olarak İsrailli ve Filistinli yönetmenlerin yapımları, bu sorun ve sorunun beraberinde getirdikleri merkez alınarak işlenmeye başlamıştır. Sinemanın içinden çıktığı toplumun bir aynası oluşu, doğal olarak o toplumun içinde yaşadığı süreçlerin, toplumsal ve sosyolojik olayların, anlatımını gerekli kılmıştır. Uzun yıllardır işgalle birlikte yaşamaya çalışan Filistinliler, işgalin haksız ve yanlış olduğunu, mücadele etmenin gerekliliğini anlatırken filmlerinde, Filistin sineması, Filistin’in haklı davasının savunucusu olmuştur.. Genel olarak değinilen İsrail ve Filistin Sinemaları adı geçen yönetmenler ve yapımlar eşliğinde anlaşılmaya ve İsrail-Filistin sorunu her iki ülke yönetmenlerinin filmleri eşliğinde irdelenmeye gözle görünür halde ortaya konmaya çalışılmıştır.

KAYNAKÇA
Battal Odabaş “Filistin Sineması” Üçüncü Sinema ve Üçüncü Dünya Sineması Der. Esra Biryıldız, Zeynep Çetin Erus, İstanbul, Es Yayınları, 2007, s.418.
 Hamid Dabaşi, Filistin Sineması Bir Ulusun Tarihi, İstanbul, 2009, Agora yayınları, s.xx.
Jean Genet, Tek Başına Şatila’da Dört Saat, İstanbul, Sel Yayıncılık, 2004, s.9-15.
Yasin kaya. “Amacımız İnsanların Bazı Şeyleri Görmesini Sağlamak Olmalı”, Altyazı Dergisi, İstanbul, 2004, s.62





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder